9 Nisan 2015 Perşembe

Etkili Zayıflama Teknikleri

İstisnasız bu çağın en genel ve büyük problemlerinden biri de kilo problemi. Bu durumu biraz farklı ele almak gerektiğini, sadece bedenin değil ahlakın da ince olması gerektiğini düşünüyorum.. Ki sadece zayıflamak isteyenler değil, çevresine sağır, kör, dilsiz hatta hissiz olan herkesin uygulaması gerek aslında bu söyleyeceklerimi;

 1. Yemek yerken aklınıza Afrika'yı getirin. Açlıktan hayvanların idrarını içen çocukları... Suriye'yi düşünün açlıktan sokaktaki kedileri kaynatıp yiyen ve çöl soğuğunda uyumaya çalışan ana-babaları...

2. Gece yarısı uyanın ve zulüm gören Gazze'li çocuklar için endişelenin.. Her ne pahasına olursa olsun vatanlarını terk etmeyip ölümlerini güzelleştiren yiğitleri düşünün. Sırf imanlarını yaşadıkları için derileri yüzülen, gözleri oyulan, tırnakları sökülen ve tecavüzlere uğrayan Myanmarlı, Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi düşünün ve dünyanın neresinde olursa olsun zülüm gören tüm kardeşlerimize dua edin...

3. Çocuk yuvalarını ziyaret edin. Onca gösterişli isimlerine, oyun alanlarına, özel yemeklerine ve özenli kıyafetlerine rağmen sokağınızdaki çocuklar gibi afacan gözlerle bakamayışlarını fark edin.. Kısacık kesilmiş saçlarıyla boyun büküşlerini ve her gelen kadına 'anne' diye koşup sarılmalarını izleyin.

3. Hastaneleri ziyaret edin. Kan bağınız olan biri için refakatçi olun. Ölümü yaklaşmış, devası zor hastalıklarla mücadele eden hastalarla ve onların yakınlarıyla sohbet edin. Özellikle çocuk hastaların başlarını okşayın, yaşlı amcalara-teyzelere gülümseyin. Onca hastalığın ortasında bile namazlarını aksatmayıp kumla abdest alıp hallerine şükretmelerini ve umutlarını görün, onca derdinizin basitliğini hatırlayın. Morg kapısında oturun birkaç saat. Yakınını kaybedenlerin gözlerine bakın.. Hiç tanımadığınız bir insanın vefatı için ağlayın..

4. Mezarlıkları ziyaret edin.. Kendi ölümüzü düşünün. Mezarlıklardan yükselen 'keşkee' çığlıklarını duyun. Onlara çiçek değil, samimi birer dua götürün. Hala yaşıyor olduğunuza derinden bir nefesle şükredin. ve Rabbin sonsuz merhametine sığının..

5. Ve en önemlisi hep susturduğunuz vicdanınızın yerini hatırlayın.

5 Temmuz 2013 Cuma

Gönderilmemiş Mektuplar

 (Aylar önce kaleme aldığım mektupların sobaya atılmamış kısmıdır. Gönderilmemiştir, kimse için de yazılmamıştır)


1.

Kalem yaz dedi bende duramadım.
Radyoda şarkı çalıyor tamda beni anlatan sözlerle...
Şairin sözleri düşüveriyor aklıma  ‘Çekip gittin de Mısır’a sultan mı ettiler seni…’
Sahi, sultan olabildin mi şimdi bir gönle?
Benim sana ayırdığım sultanlıkta yer bulmak istemedin ya kendine..
Var mı şimdi ‘gel buyur’ diyen ben gibi…
Ya da sen istiyor musun seni davet edenleri?
Sen istesen de o kimseye meyl etmeyen gönlün istiyor mu? 
Ya aklın…
Hani en hepsini ayrı ayrı tutardın ya da hepsini yakalardın ya kulaklarından yaramazlık yaptıklarında…
Bu satırları senden başka kim okursa okusun anlam koyamaz şimdi…
Sadece sen…
Neyse be can bu gönül gidene de yer ayırdı dualarında da, sevdasında da..
Verdiği söz gibi.. 
Sen hiç bilmesende…


2.

Senin sevgiye tokluğun, benim ise açlığım bitirdi bizi…
Sen hazmedemedin, ben ise daha daha dedim…
El birliği ile bitirdik gelecekteki ve bugündeki bizi. 
Ve geride bırakıverdik tüm hayalleri kan damlayan sözlerle…
Unutmadık bizi ama olmayacak da dedik zamanında, bunu bildik… Anılar kaldı geriye…
Ve ‘hayallerimiz yaşanmış birer anı olsaydı keşke’ duaları dilimi süsledi suskunca hep…
Her şeye yetişmeye çalışan hep gelişmeye çalışan sen; 
hüzne aşık olan, dünyayı bir fanustan takip eden ben…
Ama neyi fark ettim biliyor musun?
Arada bir terk edip başladığın namaz değil; sensin. Sen namaza aşıksın ama namazdan uzaksın, tıpkı hayat gibi, insanlara olduğun gibi… Hep aşka ulaşma arzun olması ama ona ulaşamaman bu yüzden belki de…
Sen Rabbe olan sevdaya sırt çevirmişken, insanlarla olanı sana elbette mutluluk vermeyecek…
Kaçma…
Bu kaçış kendinden, benliğinden, görüntüde büyümüş ama içte hüzünlü duran o çocuktan…
O hüzünlenince ağlayan sen değilsin, yüreğin… İçindeki çocuk hep boynu bükük, hep ağlıyor sen ne kadar kaçsan da…
Ya ben… Ben bu sevdayı terk ettim desem de, yüreğim terk eder miydi?  Belki de benim yüreğimi terk etmem gerekliydi… Belki de bunca imkânsız oluş bizi bizden hem kopardı hem bir arada tuttu…
Ahh kelimeler, insafsız kelimeler…
Yetmiyor işte onca düşünceme, duyguma… Tıpkı bazı anlarda sevginin yetmediği gibi…
Bende sevgi var ötesi yok, sende ise…
Neyse…
Ben hep razı oldum, Rabbim de razı olsun...

3.
Beklemek… 
Ondan bir haber, bir selam beklemek… 
Onun olmadığı bir şehirde bile geçtiğin her sokakta karşına geçip ‘bak, işte buradayım’ demesini beklemek. 
Saklamak… 
İçindeki tüm duyguları ilk günkü haliyle saklamak... 
Her çektirdiğin fotoya o çekiyormuş gibi, onunla çekiniyormuş gibi bakıp, o fotoyu saklamak. 
Umut etmek… 
İnatla sevmeye devam etmek.Belki bir gün yine gelir diye umut etmek. 
Özlemek… 
Kızmalarını bile özlemek hem de. 
‘Her şarkı ona söylenmiş, her şiir ona yazılmış ama onun bundan haberi yok’ demek. 
Her gece, artık ona söyleyemediğin her sözü, fısıltıyla söyleyip yıldızlarla yollamak.
Susmak… 
Ama dua ile susmak. 
Dua ile…

- Siyah Gül

3 Nisan 2013 Çarşamba

Kim bu siyah gül?



Kim bu?
   Daha doğmadan hayatın sillesini yemeye başlamış biri diyerek, Küçük Emrah modunda başlasın söze. (Zaten yazan ben değilim; klavye. O ne derse o.)
Annesi defalarca kürtaj kararı alıp geri vazgeçmiş, hatta ona hamileyken kürtaj masasından kalkmış. Biz buna 1-0 mağlubiyetle başlamak diyelim. Herkes hastanede doğarken o evlerinde doğmuştur, bir Mayıs gecesinde, hemde herkesin sahur yaptığı saatte… (yemek yönünden kısmetinin açık olduğu daha o günden belli ama sofra hazır değil, bu da kalkıp her işi kendisinin yapması gerektiğinin taa o zamandan işareti) 
Çocukluğu çok sakin geçmiş gibi gözükse de, pek öyle değildir. Tekne kazıntısı ve ailede tek kız olması avantajını nedense pek yaşayamamıştır. 
Erkek gibi giyindi, davrandı yıllarca. (Hep abileri yüzünden...) Yaşıtları gazetelerden manken, şarkıcı resimleri kesip saklarken o araba resimleri kesip sakladı. Ve bu psikolojiden zor kurtuldu.
Mesela, saçlarını kestirmek için bayan kuaförüne her gidişinde ‘Amerikan kes abla, ya da yanları kısalt üstü hafif toparla, ya da dur dur sen en iyisi ara makası at süper olur’ diyerek tarif edince, kuaförün ağzındaki sakızı cak cak çiğneyerek; ‘o zaman erkek kuaförüne gideydin cinıımm’ sözlerini hep duydu. Ama yine de çoğu kızın hiç duymadığı, kullanmadığı aletlere aşinalığı hep vardı bu huyu sayesinde. (alet, edevat çantasının içindekilerle kankadır) ve dahası karşı cinsten insanların düşünceleri daha kolay anlamaya başladı. Örneğin, ‘Canım’ dediğinde iltifat veya hitap değil, canının bir şey çektiği yani: ‘canım akşama, pilav üstü kuru çekti hele bir yap da yiyek.’ demek olduğunu, onların hayatının ‘futbol, yemek, haberler, kızlar, gez toz, ama sorumluluk alma.’ Felsefesinden ibaret olduğunu anlayacak kıvrak bir zekâya sahip oldu.
İlk tren gördüğünde 4 (evlerinin çok yakınından tren yolu geçiyor), ilk gemi gördüğünde 17 yaşındaydı, ilk uçak gördüğünü es geçin, görmüş olsa da uçağa hiç binmedi sefil. İlk kavgaya karıştığında 9 (suratına yumruk yemişti garip), okulda disipline götürülüp tehditler yerken 13 yaşındaydı. (o zamandan kalma huyudur, suçsuz olduğu halde kendine bağırıp çağıranlara susmak) ilk mülteci gibi yolculuğunu 18 yaşında yaptı. (bi kamyonetin küçücük bi bölmesinde, şoförün tam arka tarafında, 12 saatlik bi yolculukla)
Çocukluğunda en sevdiği şeylerden biriydi, sinek ilacı sıkan arabanın arkasından koşan çocukların arasına karışıp o toz dumanın arasında kime denk gelirse tekme- tokat atmak. (arada bi kendi de nasiplendi tabi) Dahası, kulağını raylara koyup trenin geleceği saati tahmin etme yarışı yapardı mahallenin çocuklarıyla. (böyle orijinal fikirleri çoktur kendisinin)
Daha altıncı sınıftayken Ahmed Günbay Yıldız’ın bütün serisini ve ona benzer birçok yazarın kitaplarını bitirmiş olmasına rağmen, ne okuduğunu soran hocalara inanmazlar diye: ‘Ömer Seyfettin’in kitabı yeni bitti, Kemalettin Tuğcu’nun kitabına başladım örtmenim’ derdi saf.
Büyümeye başlayınca ezber yapmaktan hep uzak durdu, ezber bozmak tam onun tarzıydı çünkü. İçine sinmeyen bir şeyleri yapmaktan kaçındı hep. Ne birilerine beğendirmek istedi kendini, ne de birileri tarafından pohpohlanmak. (kerata kendini çok övdü, alırlar aruzla ölçüsünü)
Uzun yolculuklar yaptı. Derin düşünceler oldu hep meskeni. Hep öğrenmek, hep okumak istedi.
Ya sustu, ya güldü ya da yazdı. (ona konuşkansın deseler de, içindekiler konuştuklarını sonda bırakır) İnziva onun için, kaleminin ve çayının elinde olduğu her geceydi. Bu yüzden neredeyse her gece inzivaya çekildi kendi içinde. Kalemi, çayı ve hayalleri insanların verdiği mutluluktan daha çok mutluluk verdi ona. (Yalnızlığa olan aşkını en çok annesi bilir. Ne zaman onu yalnız başına pencere kenarında görse, eline çayını getirip veren de, onun o dalgınlığını bozmaya çalışanı da engelleyen annesidir çünkü)
Ya sevdi ya da hiçbir şey hissetmedi karşısındaki insanlara… Çünkü onun için ya sevgi vardı ya da hiçbir şey… İkinci bir hisse gerek yok onun için…
Odasının duvarlarına sevdiği şiirleri kâğıtlara yazıp doldurduğunda herkes deli olduğunu düşünmüştü. (Halil Sezai, İncir Reçeli filminde o fikri ondan çaldı, kanmayın.)
Kaç kez düştü, kaç kez durduk yere bi yerini kesti, yaralandı, kaç kez ölümden döndü (sakarlık kanında var) sayısını bilmiyor. Elinde onca becerisi olduğu halde, (diploması, dikiş, nakış, hat, ebru ve daha farklı el sanatları sertifikalarıyla elinin altında ama)  hâlâ işsizler safında saf saf, saf tutuyor saf.
Hep, sevda denen o ulvi duyguyu deli deli ve ömründe bir kez yaşamak istedi. Ama biliyordu ki bu duygunun en güzel hali, kimse bilmeden, hiç dile gelmemiş haliyle, sadece içinde yaşananıydı, oda öyle yapmayı seçti. (şimdi herkes biliyor, ayvayı yedi)
Hep meşhur sözüdür, ‘bi mayıs gecesi sılaya çıkan bu divane, kim bilir hangi senenin hangi mevsiminde, siz deyin ölmeyi, o desin vatana dönmeyi bekliyor…’
Ha bide duadan başkasına ihtiyacı yok, o yüzden dua eder, dua bekler...
Es Selam… :)

24 Ocak 2013 Perşembe

'skyfall' filminde iki kadın




  
İlk gördüğümde gülümsetti bu fotoğraf herkes gibi beni de…
Ama sonra o iki kadını karşılaştırmaya başladım. Alaycı bir tavırla değil elbette. 

İki kadının olduğu bu resmi iyice yakınlaştırıp önce yüzlerine sonra gözlerine dikkatle baktım.
İlk gördüğümde gülümsediğim fotoğraftan çok farklı şeyler vardı bu kez.
Soldaki kadın modern duruşuyla direkt dikkati üzerine çekiyor. Onda batının modern, özgüveni yüksek, maddi özgürlüğü elinde ve kaliteli bir yaşam tarzının yansıması varken, diğerinde alelade ve geride kalmış bir yaşam biçimi... Ama gözlerine bakınca,  yüzü ve kıyafetleri ‘batı- modernizm’ derken, gözleri usanmışlıkla ve onlarca anlamsızlıkla dolu.
Diğer kadına bakınca ise; o kadar az, masum ve samimi anlamlar var ki… Evine gidip çocuklarına annelik, kocasına hanım olma vazifesinden başka derdi yok gibi… Diğer kadın ise onlarca erkeğin gönlünde belki… Belki tek ortak noktaları kadın olmaları gibi gözükürken, aslında ikisi de aynı nefs ve hevaya sahip. 
Alaycı gibi gözükse de o kadına sakin bi yaşamı tercih edip etmeyeceği sorulsa, dili hayır dese de eminim gönlü evet diyecek. Şu da var ki feminist olduğunu iddia eden kadınlar bile evliliği istemekte. Çünkü, kültürü, eğitimi, ahlakı ne olursa olsun kadınların fıtratında birine sığınma duygusu var.

Evet, sadece bi fotoğraf… 
Ne gerek var onca yüze göze bakmaya değil mi? O teyze evinde yemek yapsın o kadın da ne istiyorsa onu… Acaba hangimiz isterdik, batılı kadın tarzında olan bir anneyi veya eşi… 
Tamam, saçma oldu bu, onlarca erkeğe vaziyet etse de fiziki ve kültürel anlamda tabi ki soldaki kadın. Diğeri iki lafı bi araya getiremeyecek biri. Düşündüm de o yöresel kıyafetlerini alıp kadını o modern! kadının kıyafetleriyle sadece bi kaç dakikalığına sokağa salsak eminim utancından yerin dibine geçerdi.

Neyse hayat devam ediyor, teyze evinde, o kadın hayatında rahat.

Ne gerek var onca düşünceye değil mi? 

- Siyah Gül

31 Aralık 2012 Pazartesi

Tek Kederli Çay


Gidenlerin ardından bir kova şiir dökme vaktidir çaycı!
Doldur şiirleri heybemize,
Kurulan hayalleri de unutma.
Sana göre sevda olan, başkasına göre ağır bir vebal.
Ve kan kaybediyor gülüşlerin.
Gidenle gitmeli her şey bunu da yaz altın puntolarla bir kenara.

 
Şeyhim!
Çay içmek caiz mi efkârlıyken?
Sahi ben neye bakmıştım aynada?
Vitrine bana sırıtan o karı kimdi?
 

Hadi buraya nokta yakışır diyelim,
Afili bir şiir olmadı nasılsa…
Ee benden de fiyaka çıkmaz değil mi ama?
Boş ver be abi hadi yak sen bi cigara.
Cigaram da taze…
Fırından yeni çıkma.


Sen böyle düşünürsen tez zamanda ölürsün, dedi doktor
Yaşamaktan kime, ne fayda…
Ağlarsa ardımdan en fazla demlik ağlar,
O da yalnızlığına.

 
Hadi bi öksür sırtından müzik dinlemek niyetim be baba.
Bu arada o zengin çocuk bakmaz bizim gibi kızlara.
Babası vekilmiş diyorlar vakti zamanında.

 
Hişşştt!
Dağılın!
Hüzün eylemi yasak,
Ağlama duvarı değil ulan bura!
Üzerinize sevinç gazı sıktırmayın lan bana!

 
Simit ayran olmuş zaten kaç para.
Ver abi sen bize oradan demli bir kara.

 
Duydun mu hacı amca ne düşmüşler manşete benim hakkımda:
‘Kanında kaçak çay bulundu bolca’

 
Bilmiyorlardı ki,
Çiçekçiden papatya çalmaktı müebbet’ime tek sebep.
Oda oradaki en ucuz çiçekti oysa…

 
Dünya… Ahh dünya…


- Gülün siyahı.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Varlığım bana armağan

Bir bardak çay hatırınaydı tüm suskunluklar,
Buğusunda özlemler saklayan…
Ve dile gelmemiş sevdaları vardı köşe başlarında ağlayanların.
Sokak lambaları şahit, baykuşlar bekçi…
Hissemize düşen bir veda mendili,
Bi acı söz.

Dur burada!
Yakışır sana fiyakalı bir sevda…
Bizim gözümüz yokki bu dünyada…
Ne diyorduk vasiyetimizin sonunda;
Baykuşlara yem olan, güvercinler firarda…

Söylenecek tüm sözlere susuşlarımız armağan olsun.

Siyah Gül...

 


 

Not: Esasında bir dosta attığım mesajdı, son şiirimiz olsun dedik :)

27 Kasım 2012 Salı

Çocukluğumun Bilinen Tarafı


Bedene ruh giydirildi, biz geldik.
Doğduk kenarında bir mahallenin.
Koştuk…
Bütün sokaklar bizimdi çocukken, bütün renkler, kirlenmemişlikler, geride kalmışlıklar, bütün masumiyetler bizimdi, bizimleydi. Komşunun çocuğuydu ilk arkadaşımız.  Okulda sıra arkadaşımızdı bizimle simidini paylaşan, belki de ilk aşkımız…

Evimizin önünde büyük sayılacak bi avlumuz olduğu için genelde bizim evin önü mahallenin benimle oynayan çocuklarına ücretsiz oyun parkıydı.
Gerçi her oynadığımızda mahalleden oynarız diye topladığımız çöpleri avluya doldurduğumuz için, annemden her oyun sonrası temizinden dayak yesem de oyunun eğlencesi o dayağı göze aldırıyordu bana.

Mahallemizde, Tv reklamlarına çıkan ‘Evin Ana’ya benzerliğinden ‘Evin Ana’ diye hitap ettiğimiz Lütfiye teyzemiz vardı. Onun da giriş katındaki balkon genişçeydi, orada tiyatrolar oynardık. Tiyatromuzda makyaj malzememiz; arabaların egzoz borusundaki kalan isti ve bize sakal bıyık yapmakta kullanmak için biçilmiş kaftandı.
Az dayak yemedik orda oyuna daldığımız için. Zira evlere giriş zilimiz akşam ezanıydı eğer ezanı duymayıp eve geç kaldıysak vay halimize. Ertesi gün tiyatroda makyaj yapmaya gerek kalmıyordu, akşamdan kalan mor gözlerden dolayı.
Birkaç gün üst üste dayak yiyen çocuklar artık akşam ezanı duyar duymaz, kümesinin kapısı açılmış tavuklar gibi koşarak eve giderler ve arkalarından bakarak ‘aha da bunlar olimpiyatlarda meşale tutacak gençler olacak’ denilirdi.

Karne zamanı geldiğinde çoğumuz kıyafetlerimizin içinde getirirdik eve. Yolda amcaların
‘gaç dene asker var layynn’ sorusuna maruz kalıp ‘tabur tabur dayı’ dememek için.
Karne akşamları evin en sessiz başlayan akşamı olurdu zaten, en masum hallerimizle annemize hiç yapmadığımız yalakalıklarla yaklaşsakta,
‘kaçış yok o dayağı yiyecen’ bakışını görünce anneden yana da o kurtarılma umudunu da kesiyorduk.

Karne gecesinin kısa özeti: Baba karneyi görür önce nutuk atar, sen hiç tepki vermeden uslu uslu yerdeki halıyı ilk kez görüyor gibi incelerken, yüzüne doğru kocaman bir el hızla iner. Çaktırmadan kendi eline karşılaştırıp
‘ele bak laa goccamaan’ dersin içinden.

Ama baba dayağından çok utanmazsın arkadaşların arasında. Çünkü baba dayağı iz bırakmaz, işini temiz yapar ve dayak yediğini ailen dışında kimse bilmez.
Ama okulda öğretmenin dövdüyse bütün sınıf görür ve eğer aynı sokakta oturduğun gıcık bir sınıf arkadaşın varsa sokağın ortasında gelip bağırarak
‘örtmen nasıl dövdü seni, yüzün domatez gibi oldu hıhahaaa’ der. Sende içinden ‘bubam eşek sudan gelene gadar düveydi de bu çocuk beni rezil etmeyeydi’ dersin.

Büyümeye başlarsın. Artık arkadaşlarına, ailene kafa tutmaya başlarsın. Ağlamamayı öğrenirsin başkalarının yanındayken. Sana öylesine selam veren karşı cinse şak diye aşık olursun, ama demezsin. En samimi arkadaşına söylersin sadece oda manyak gibi o kişi yanından her geçişinde inat olsun der gibi senin etini çürütürcesine dürtükleyerek ‘aha la yenge- enişte geçiyor hıhaa’ der senin domatesten patlıcan rengine geçişini izleyerek.

Ve büyürsün…